30 Eylül 2018 Pazar

DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ (THE HANDMAID'S TALE)



          " In the desert, there is no sign that says, Thou shalt not eat stones. Sufi proverb. "

          " Çölde  'taş yemek yasak' diye emreden bir levha yoktur. Sufi atasözü."


     

       
         Distopik sanat eserlerini sever misiniz?
        Distopya, sözlük anlamıyla:   "Ütopik toplum anlayışının antitezi olarak kullanılıyor. Yani distopik bir toplum, otoriter ve baskıcı bir sistem olarak ifade edilir. " Distopik sanat eseri denildiğinde aklınıza roman olarak George Orwell'ın 1984'ü, Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sı, Anthony Burgess'ın Otomatik Portakal'ının geldiğini tahmin edebiliyorum.
Filmlerden de Blade Runner, V for Vendetta ve Brazil'in.
         Bunların hepsinde kötü,  hastalıklı, anormal bir toplum anlatılır. Bu yüzden de okunması, izlenmesi kolay olmayan bir türdür. Dolayısıyla herkese göre değildir çünkü insanları gerçeklerle yüzleştirir. Sorular sordurtur. Bugün size böyle bir romandan ( aynı zamanda dizisi de çekildi  Türkiye'de blutv'den izleyebilirsiniz.) bahsetmek istiyorum. Damızlık Kızın Öyküsü'nden...


        Öncelikle uyarılar. İçerdiği şiddet, korku, cinsellik temaları ve kullandığı dil açısından ve konusu itibariyle de herkese uygun olmayan bir kitap.  Size alıntılayacağım kısa yazı kitabın ilk bölümden olacak. Bu kadarını sürpriz bozan bir etki, bir spoiler olarak algılayacaksanız sonra uyarmadı demeyin.




"fotoğraf bir"





       Kadınların isminin bile olmadığı bir dünya burası.  Baş karakterimizin adı  Offred yani Fred'inki demek. Çünkü yaşadığı evin komutanının adı Fred.  Hani bizde Ahmet'in yeri, Hasan'ın yeri vardır ya, onun gibi. Kadınlar da  adeta bir mala dönüştükleri için kendi isimlerini kullanamıyorlar.


       Kitabın (ve dizinin) konusu gelecekte geçiyor. İnsanlık yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Çünkü doğum oranları çok azalmış. Hala doğurgan kalabilen az sayıdaki kadın da yakalanarak damızlık hale getiriliyor. Gerçekten damızlık bir hayvan gibi davranılıyor onlara. Hiçbir konuda söz hakları yok. Başlarına taktıkları şapka, atlara takılan gözlük gibi. Sadece önünü görmesini sağlıyor. Etrafına bakmak yasak. Olup biten her şeyi görmene gerek yok. Tek açıdan bakacaksın. Sadece önüne bakacaksın.

 
       Yazar ilginç bir şekilde 1984 yılında Batı Berlin'de yazmaya başlamış bu romanı. Evet Batı Berlin diyorum çünkü o yıllarda Berlin'in tam ortasında bir duvar vardı. Yazar o günleri şöyle anlatıyor: "Sovyet İmparatorluğu hala çok güçlüydü ve daha beş yıl sonra çökecekmiş gibi hiç görünmüyordu. Her Pazar Doğu Alman Hava Kuvvetleri sonik patlamalarla bize ne kadar yakın olduklarıni hatırlatıyordu. Demir Perde ülkelerine yaptığım ziyaretlerde sürekli ihtiyatlı olmanın, gözetlenme duygusunun, konuşurken dolaylı anlatımlarla anlaşabilmenin ne demek olduğunu anladım ve tüm bunlar romanımı etkiledi. Yeniden isimlendirilen binalar gördüm. İnsanlar burası eskiden şöyleydi diye konuşuyorlardı."



      Kitapta da dizide de çok açıktan gösterilmiyor ama seçilen mekanlar oldukça sembolik. Mesela arka planda insanların asıldığı duvar Harvard Üniversitesi'nin duvarı. Dünyanın belki de en meşhur Üniversitesi. Kurulduğu 17. Yüzyıldan beri bilginin ve doğruluğun araştırılması, bilim üretmenin merkezi haline getirilmek istenen bu kurum burada tam tersine dönmüş, yeni dünyada baskının, işkencenin ve yok etmenin merkezi haline gelmiş. Yıkmak, yok etmek o kadar sıradan bir hale gelmiş ki yanıbaşında idamlar okurken insanlar havadan sudan konuşabilme rahatlığını taşıyabiliyorlar.
Ama tabii başta bize garip gelen şeylerin  sonradan ne kadar sıradanlaşabileceği konusunda kitabın da dizinin de başında uyarılmıştık.
Böylesi bir geleceğe nasıl ulaştıklarını daha çok flashback yani geri dönüşlerden çıkartmaya çalışıyoruz.  Mesela ülkedeki bütün kadınlar bir anda işten çıkartılıyor ve bankadaki paralarına el konuluyor. Çünkü yeni yasa bu şekilde..





"fotoğraf iki"






        Aldığı ve alacağı ödüllerden mi yoksa konunun evrenselliğinden mi ya da içinde yaşadığımız dünyanın giderek bir distopyaya dönüşmesinden midir bilmem ama bu kitabın ve dizinin çok geniş kitleleri etkileyecek derecede kaliteli bir sanat eseri olduğunu söyleyebilirim. Merak ettiyseniz Türkiye'de bluetv'den izleyebilirsiniz.


       En başa yerleştirdiğim alıntıya gelince, Damızlık Kızın Öyküsü romanının en başındaki sözlerden biri bu. Şimdiye kadar taşları yemenin yasak olduğunu söyleyen bir uyarı levhası görmedin çünkü insanların taş yemeye zaten ihtiyaçları yok.  İnsanları zaten yapmaya eğilimleri olmayan bir konuda uyarmak niye?  Bu sorunun ve ardından gelebilecek soruların cevapları Damızlık Kızın Öyküsü romanında. Bu soruların cevapları sizde. İşte distopik eserler bu yüzden iyidir. Bize alternatif gelecek senaryoları sunar. Geçmişi unutmamak kadar geleceği de unutmamanın  önemini hatırlatırlar. Olayları, insanları ve kitapları daha doğru okuyabilmemizi kolaylaştırırlar.

       Hepimiz aynı şeyi izliyor, aynı şeyi okuyor gibi görünebiliriz ama bir kez kafamızdaki at gözlüklerini çıkartıp  aynı şeye bir de farklı açıdan bakmaya başlayınca oradan çıkaracağımız anlamlar, bazılarını öfkelenirebilir. Bir kitap bu kadar mı farklı yorumlanır, dedirtebilir. Kelimelerin gücünü unutmayın aynı söz bazılarını biz, bazılarını onlar diye bölebilir.

      Şimdi sizi kitabın ilk bölümünden bir alıntı ile baş başa bırakıyorum.

             I. Gece
     
        Bir zamanlar spor salonu olan yerde uyurduk. Eskiden orada oynanmış oyunlar için boyanmış çizgi ve dairelerin hâlâ üzerinde olduğu cilalı parkedendi zemin. Basketbol potaları hâlà yerli yerindeydi ama fileler yoktu artık. Salonu seyirciler için ayrılmış bir balkon çevreliyordu; ve bana öyle geliyordu ki, bir ardıl görüntü gibi hayal meyal olsa da, burnuma keskin bir ter kokusu da geliyordu, önceleri resimlerden bildiğim keçe etekli, sonraları mini etekli, daha sonra pantolonlu, en sonunda da tek küpeli ve yeşil meçli dimdik saçlı izleyici kizlardan gelen tatlh sakız ve parfüm kokularıyla karışmiş bir koku. Balolar da yapılırdı orada; duyulmayan bir ses palimpsesti gibi biçem biçem üstüne; alttan alta gelen davul sesleri, kimsesiz bir inilti, ince kağıttan çiçek şeritleri, kartondan şeytan figürleri, dans edenlerin üstünde dönen bir disko topu, üstlerine ışıktan bir kar serpiştirip. Eskiden kalma bir cinsellik vardı salonda ve yalnızlık ve ismi cismi olmayan bir şeye ait bir beklenti. O arzuyu, her an olabilecekse de hemen oracıkta, sırtın en dar yerinde, otoparkta ya da sesi kısılmış televizyonun görüntülerinin inip kalkan bedenlerin üzerinde sadece yanıp söndüğü televizyon odasında ya da dışında, orada ve o zaman üstümüzde gezinen ellerden farkı ve birazdan oluverecek o şey için duyduğumuz arzuyu hatırlıyorum.


Geleceğe özlem duyardık. Nasıl öğrendik bunu, bu doymazlık yeteneğini ? Havadaydı; konuşmamızı olanaksız kılan aralıklarla yan yana dizilmiş ordu işi portatif yataklarda uyumaya çalışırken de havadaydı, ardışık bir düşünce gibi Çocuklarınkine benzer flanel çarşaflarımız vardı ve üzerinde hala U.S. yazan eski ordu işi battaniyelerimiz. Giysilerimizi düzgün bir biçimde katlayıp yatakların ayakuçlarında duran taburelere koyardık. Lambalar söndürülmez, kısılırfı. Sara Teyze ve Elizabeth Teyze devriye gezerlerdi; deri kemerlerindeki askılardan sarkan elektrikli değnekleri vardı. Yine de silahları yoktu, onlara bile silah verecek kadar güvenilmezdi. Silahlar, özellikle Melekler'in arasından seçilen muhafızlar içindi. Muhafızların, çağrılmadıkça binanın içerisine girmelerine, bizim de dışarı çıkmamıza izin verilmezdi; günde iki kez, ikişer ikişer, şimdi dikenli tel örgüyle çevrilmiş, futbol sahasının etrafında yaptığımız gezintilerimiz hariç. Melekler bu çitin dışında sırtları bize dönük dururlardı. Bizim için birer korku nesnesiydiler, ama bunun dışında da bir şeydiler. Ah, bir baksalardı! Bir konuşabilseydik onlarla. Bir şeyler degiştokuş edilebilirdi, diye düşünüyorduk, bir an laşma, bir alışveriş, hâla bedenlerimiz vardı elimizde. Bizim fantezimiz buydu. Neredeyse sessiz fısıldamayı öğrendik. Yarı karanlıkta kollarımızı uzatabiliyor, Teyzeler bakmazken, boşluğu aşıp birbirimizin ellerine dokunabiliyorduk. Dudak okumayı da öğrenmiştik , başlarımız yastığa yapışık, yana dönmüş , birbirimizin dudaklarını gözleyerek. Bu biçimde isimlerimizi iletiyorduk, yataktan yatağa : Alma Janine. Dolores. Moira. June.











16 Eylül 2018 Pazar

İNSANLAR NİÇİN MAKİNE YAPAR?

 

       Makineler.


       Niçin makine yapıyoruz? Daha da ilginç bir soru neden alet yapıyoruz? Elimizde alet yapan, alet kullanmayı beceren hayvanlar var. En basitinden; bonobo maymunları alet kullanmayı becerebiliyorlar. Ancak onların alet kullanma amaçlarına baktığımızda gördüğümüz şey şudur: "Yapamadıkları işleri yapabilecekleri hale getirmek. "  İnsan da alet kullanmaya ilk olarak yapamadıkları işler için başlamış. Fakat Sanayi Devrimi'nden sonra yapabilmesine rağmen yapmak istemediği işler için kullanmaya devam etmiş. Mekanik dediğimiz kavram da burada ortaya çıkıyor. İnsanın elleriyle, kollarıyla yapabildiği mekanik hareketleri aletlere yaptırabilmek için büyük çaba sarf ediliyor ve bir meslek dalı dahi oluşuyor. Bunu takiben de büyük bir devrim olan Sanayi Devrimi ortaya çıkıyor. İnsanların kendi yapabilecekleri işleri makinelere yüklediği bir devrim.






      Günümüzde ise makineler artık karar, sorumluluk alma aşamasına gelmiş durumda. Örneğin bir otomobil fabrikasının tüm üretimi makineler üzerine kurulu ve onların sorumluluğunda. Ama fark ettiyseniz makine bir hata yaptığında cezalandırılmaz, insan gibi. Makine tamir edilir çünkü makinenin yaptığı hata kendi hatamız sayılır. Bir makine hata yapıyorsa, makineyi yapan ustada sorun vardır,makinede değil. Bu yüzden makineler cezalandırılmaz. Bu yüzden makineye bir sorumluluk verildiğinde, o yaptığı hatadan mesul tutulmaz.

      Isaac Asimov. Kendisi bilim kurgu alanında bir dehadır, naçizane fikrime göre. Kendisi 'üç robot kuralı' adında bir kurallar bütünlüğü yazıyor. Bunlar çok basit kurallar. Birinci kural diyor ki:" Bir robot hiçbir şartta, hiçbir şekilde bir insana zarar veremez veya zarar görmesine göz yumamaz." İkinci kural ise : "Birinci kuralla çelişmediği müddetçe robot, istenileni yapmak zorundadır." Üçüncü kural : Birinci ve ikinci kuralla çelişmediği müddetçe robot varlığını devam ettirecektir. "

      Bu robot sözcüğünü alıp yanına makine sözcüğünü koyduğumuzda, elimizde zaten günümüzde makinelerin yapmakla yükümlü olduğu şeyleri görebiliriz. Yani Asimo'nun yazdığı bu üç kural aslında evrensel ve hali hazırda uygulanmakta olan şeylerdir. Ancak yapay zekaların da işin içine girmesiyle, konu değişmekte. Yapay zekalar kadar alabilmekteler. Elimizde Watson diye bir örnek var. IBM'in yaptığı bu bilgisayar işlem yapabiliyor ve bunun yanısıra karar alabiliyor.

       Frank Herbert, naçizane fikrime göre bilim kurgu alnında bir deha da kendisidir. Butlerian Jihad diye bir şeyden bahseder kendi yazdığı evrende. Butlerian jihad makinelere karşı yapılan savaştır. II. Dünya Savaşı'nda ve Matrix' te yapılan savaş gibi. Savaşın nedeni; makinelerin düşünebildiği fark eden insanlar butlerian jihad ilan edip makineleri ortadan kaldırmak istemişlerdir. Bunun sonunda da Hristiyanlığa ait yeni bir mezhep ortaya çıkmıştır. Onanç Katolik mezhebi ve bu mezhep der ki :"düşünebilen makine yapmayacaksın.''

     Günümüzde Matrix'e de baktığımızda düşünebilen makinelerin hep insana saldırdığı bir distopya görürüz.
Matrix'in senaryo bütünlüğü eleştirilirken en çok yapılan açıklamalardan bir tanesi; madem makineler ısı enerjisinden yararlanıyorlar neden insan dışında başka bir şey kullanmıyorlar? İnsanlar sorun çıkarıyor. İnsanlar için ayrı bir Martrix yazmak zorundalar, insanları uyur halde tutabilmek için. İnsanlar yerinde filleri, gergedanları veya köpekleri kullansalardı makineler yine hayatlarına devam edebileceklerdi. Bu soruyu Neo film içerisinde ister istemez mimara yöneltiyor. Diyor ki: ''Bize muhtaçsınız, bizsiz yapamazsınız.'' Mimar da alaycı bir şekilde gülerek şu cevabı veriyor: ''Yapma, bizim kabul edebileceğimiz farklı yaşam seviyeleri var.''
Burada bahsettiği şeyler gergedanlar, köpekler veya vücutları ısı üretebilen herhangi bir hayvan. Peki makineler insanı niçin seçmişler? Film içerisinde bu sorunun cevabı verilmiyor ama aslında cevap bellidir. Asimo'nun üç kuralı yüzünden. Robot da bu sorunun cevabı mükemmel bir biçimde verilmiştir. İnsanları kullanmak zorundalar çünkü insanlara zarar verme yetkisi makinelerde değil. Şimdi diyebilirsiniz ki, insanlara savaş açmadı mı bu makineler; toplu katliam yapmadılar mı?  Ve robotlar da diyor ki: İnsanlar kendi ırklarını yok edecekler, yok olmamak için bizim kontrolümüz altına girmek zorundalar.

      İlk soruya geri dönüyoruz. Niçin makine yaparız? Sorumluluklarımızı bırakmak için. Bizim yerimize çalışan, bizim yerimize yazan, bizim yerimize otomobil yapan, bizi taşıyan, bizim için çalışan ayrı bir tür. Ve onlar da bu dünyanın bir ögesi. Makineler bizim genellikle metalden şekillendirdiğimiz birtakım cisimler. Aslında biz, dünyayı bize çalıştırmaya çalışıyoruz.Doğayı emrimize amade etmeye çalışıyoruz. Doğayı cennetimiz haline getirmeye çalışıyoruz. Matrix'te de bu böyle söyleniyordu. 'İlk Matrix'i cennet halinde yaptık.' Evet, biz dünyayı cennet haline getirmeye ve sorumluluklarımızdan kaçmaya çalışıyoruz. Fakat materyalist cennetimize giden yol pek de hayırlı görünmüyor, öyle değil mi? 
Anlatmaya çalıştığım şey şu: İnsanların idealindeki o cennet, hayallerindeki o mükkemel an burada farklı bir yere mi gidiyor? Burada insanlar ardında farklı bir tür mü bırakacak. Peki o tür insanları ne olarak anacak? Muhtemelen Tanrı.

21 Haziran 2018 Perşembe

SANAT ESERİ VE DEĞERLER







               Gerçekler karmaşıktır, farklı özellikler taşırlar ve özne bu gerçekliklerle karmaşık yapısı gereği farklı bağ kurar. Sanat, öznenin duygu ve hayal gücünü kullanarak nesneyle kurulan bu bağın sonucunda ortaya çıkar. Sanat eseri, insan düşüncesinin somutlaşmış görüntüsüdür. Sanat eserine ilişkin ortaya konan bilgi eğer bir tespit değilse açıklama ve yorumlamadır. Bu yorumlamalar aracılığı ile sanat eseri gerçekliklere de değer katar. Fakat bu eser aynı zamanda  değerlendirilendir. İnsanın eser ortaya koyması gerçekliği değerlendirmesidir. İnsanın yapıp etmelerine -eserler- dair düşüncesi ise değerlendirmedir. Örneğin, bir ressamın taşın resmini yapması gerçekliği değerlendirmesi; taşın resmi üzerine düşünmesi ise değerlendirmedir. Bir eser olarak ortaya çıkan değerlendirmelerin hepsi değer yargılarına uygun olmayabilir. Yani değerlemeler değer yargılarına uygun olma zorunluluğu taşımazlar. Eseri ortaya koyan sanatçının toplum değerleri ile paralellik gösteren özelliklerinin yanı sıra farklılıkları da olabilir. Bir nesnenin değerle ilişkilendirilebilmesi için, yani eser olması için kişi yaratmasının ürünü olması şarttır.





"by caycezavagliastudio"





             Toplumların başarıları ve insana bakış açıklarının farklılığı ile kişi hayal gücü ve yaratıcılığının farklılığı, ortaya konan değerlemeleri (eser) etkiler. Sanat ürünü olan sanat eseri, toplumdan topluma ve onu ortaya koyan kişilere göre farklılık gösterir. İlk Çağda insan figürlerinin olması, Orta Çağda ise dini semboller içeren tabloların yapılması gibi.

       
             Değer problemini çözümlerken diğer değer alanları olan, ahlak, siyaset, din ile birlikte sanat da bu probleme kaynaklık eder. Sanat eseri, taşıdığı değerler ve öznenin eseri değerlendirme biçimi, değer probleminin çözümlenmesinde temel unsurlardan biridir. Örneğin, eserin taşıdığı değer ile onun üzerine yaptığımız değerlendirmenim toplamı değer problemini aydınlatır - Picasso'nun Guernica'sı bu anlamda örnek gösterilebilir. -

          O halde sanat eseri öncelikle bir değerlemedir. Çünkü sanat eseri  onu ortaya koyan kişinin değerleri ile çağının değerlerini yansıtır. Aynı zamanda sanat eseri, değer probleminin sorgulanmasında yol göstericidir.

28 Ocak 2018 Pazar

SATRANÇ

 


        Gece yarısı New York'tan Buenos Aires'e hareket edecek olan büyük bir yolcu gemisi düşünün ,içerisinde bir milyoner ve bir satranç şampiyonu var. Milyoner bu satranç şampiyonuna bir el oynamayı teklif ediyor ve şampiyon da kabul ediyor. Bunlar bir araya geliyorlar ve etrafta yolcu izleyenlerle beraber müsabaka  başlıyor fakat izleyenlerden bir tanesi kendisini tutamayıp sürekli oyuna müdahale etmeye başlıyor. Bu yolcu,  Doktor B adında Avustralyalı bir  göçmen ve biraz garip bir geçmişe sahip.  Tam da bu gizemli geçmişe bakıyoruz kitapta ve aslında onun, arkadaşlarıyla beraber bir işkenceye tabi tutulduğuna şahit oluyoruz fakat bu sıradan bir işkence değil, farklı bir işkence türü. Onları bir hapishaneye değil bir otel odasına kapatıyorlar ama sıradan bir otel odası da değil bomboş bir oda. Odanın özelliği de bu, içinde hiçbir şey olmaması ve onu adeta bu yokluğa, hiçliğe mahkum ediyorlar. Odadan sadece arada bir sorgulamalar için çıkabiliyor. Bunun dışında sürekli olarak odada kalıyor. Kitapta bu hiçlik şu şekilde tanımlanmış:



 " Her birimizi tam bir boşluğa , dış dünyaya sıkı sıkıya kapalı bir odaya hapsetmekle, eninde sonunda dilimizi çözecek olan baskı, dayak ve soğuk yoluyla dışarıdan değil, içeriden yaratılacaktı. Bana ayrılmış oda ilk bakışta hiç rahatsız etmedi beni. Bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir leğen, bir parmaklıklı pencere vardı odada ama kapı gece gündüz kilitliydi. Masada hiçbir gazete, kitap , kağıt, kalem durmasına izin yoktu. Pencere bir yangın duvarına bakıyordu. Bütün çevreme ve hatta kendi bedenime bile tümüyle hiçlik egemendi.   Elimden her nesneyi almışlardı. Zamanı bilmeyeyim diye saati, yazı yazamayayım diye kalemi, bileklerimi kesemeyeyim diye bıçağı, sigara gibi en ufak bir sakinleştirci bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine, tek bir soru cevaplamasına izin verilmeyen, gardiyandan başka bir insan yüzü görmedim.  Bir insan sesi duymadım. Göz ,kulak, bütün duyular sabahtan geceye, geceden sabaha kadar en ufak bir besin almıyordu. İnsan; kendi kendisiyle,  kendi bedeniyle ve  masa, yatak, pencere, leğen gibi dört beş dilsiz nesne ile çaresizlik içinde tek başına kalıyordu. Suskunluğum, siyah okyanustaki  cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu. Kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten, hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini anımsayan bir dalgıç gibi hatta. Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu. Her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan. Boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun, Boşlukta. Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu ama ne kadar soyut görünürse görünsünler düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar. Yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar. Onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan, sabahtan akşama kadar bir şeyler olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan, Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler , şakaları zonklayana kadar düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır, yalnız, yalnız. "








         Bu şekilde hiçliğe makhum edilmiş  bu ilginç karakterin başına çok ilginç bir olay geliyor. Böylesine hiçliğe mahkum edilmiş, hayatında tamamen bir boşluk yaratılmış bir insanın başına ne gelirse onu heyecanlandırır?  Şimdi kitaptan okumaya devam edebiliriz.



" Bir kitap, bir kitap! ve düşünce, kafamda bir şimşek gibi çaktı. Çal o kitabı! Belki de başarısını ve hücrende saklarsın, sonra da okursun, okursun, okursun, sonunda tekrar okuyabilirsin! Bu düşünce içime girer girmez bir zehir etkisi yaratmaya başlamıştı; ansızın kulaklarım uğuldamaya ve kalbim deli gibi atmaya başladı, ellerim buz kesmişti ve artık beni dinlemiyorlardı. Fakat ilk uyuşukluğun hemen ardından hafiften ve gizlice pardösü daha da yaklaştım , gözlerimi nöbetçiden hiç ayırmaksızın arkamda sakladığım ellerimle cebin içinden kitabı yukarıya, gittikçe, gittikçe yukarıya doğru itmeye başladım. Ve sonra bir tutma hareketi, hafif, dikkatli bir şekilde ve ansızın küçük, çok kalın olmayan kitabı elimde buldum. İşte o anda kendi yaptığımdan korkuya kapıldım. Ama artık geri dönemezdim. İyi de, kitabı nereye koyacaktım? Cildi arkamda, pantolonun altuna, kemerin pantolonu tuttuğu yere, oradan da yavaş yavaş kalçaya doğru ittim, böylece yürürken kitabı elimle ve askerce bir tutuşla pantolon dikişinin geçtiği yerde sabit tutabilecektim.    Şimdi sıra ilk provayı yapmaya gelmişti. Gardıroptan uzaklaştım, bir adım, iki adım, üç adım uzaklaştım. Oluyordu. Elimi kemere sıkıca bastırdığım takdirde, kitabı yürürken tutabiliyordum.
Sonra sıra sorguya geldi. Bu sorgu benim açımdan her zamankinden daha zahmetli oldu çünkü cevap verirken aslında bütün gücümü ifadem üzerine değil, fakat kitabı dikkati çekmeksizin sıkı tutabilmek üzerine yoğunlaştırmıştım. Neyse ki sorgu bu defa kısa sürdü ve kitabı odama salimen getirebildim - burada ayrıntılarla zamanınızı almak istemiyorum- , bir ara, koridorun ortasındayken, kitap tehlikeli bir biçimde pantolondan aşağıya kaydı ve ben de eğilip kitabı tekrar kuğaşın altına itebilmek için şiddetli bir öksürük nöbetine yakalanmış gibi yapmak zorunda kaldım. Fakat kitapla birlikte cehennemime geri döndüğüm an, ne andı! Sonunda yalnızdım ve artık asla yalnız olmayacaktım!

Şimdi herhalde hemen kitabı elime aldığımı, gözden geçirip okduğumu tahmin ediyorsunuzdur. Asla!  İlk yapmak istediğim, yanımda kitap olmasından kaynaklanan bir tür ön hazzı tatmaktı, çalınmış olan bu kitabın ne türden bir kitap olmasını en çok yeğleyeceğimi düşlememden doğan, asıl olayı yapay bir biçimde geciktiren, sinirlerimi olağanüstü tahrik hazzı yaşatmaktır. Kitap her şeyden önce çok küçük puntoyla basılmış olmalıydı, pek çok harf içermeliydi, çok ama çok fazla sayıda incecik sayfaları bulunmalıydı böyle olmalıydı ki, daha uzun zaman okuyabileyim. Ve sonra bir başka isteğim de, kitabın sığ değil ama tinsel açıdan beni zorlayacak bir eser olmasıydı kolay değil fakat insanın öğrenebileceği, ezbere öğrenebileceği bir eser belki şiir ve en iyisi de -ne cüretkar bir düş- Goethe veya Homeros. Fakat sonunda açgözlülüğümü, merakımı daha fazla engelleyemedim. Nöbetçi ansızın kapıyı açtığı takdirde beni yakalamasın diye yatağa uzandıktan sonra, titreyerek kuşağımın altından kitabı çektim.


İlk bakış, bir düş kırıklığıydı ve dahası acıyla yoğrulmuş bir öfkeydi. Onca büyük tehlikelerle ele geçirilmiş, onca yakıcı bir beklentiyle saklanmış olan bu kitap, satranç oyununa ait bir seçkiden, yüz elli şampiyonluk oyununu bir araya getiren bir seçkiden başka bir şey değildi. "




       Kitabın tam da bu noktasında durmak istiyorum. Ucu açık kalan noktaları birleştirmek artık size kalmış. Yapacak hiçbir şeyi olmayan bir adam, yapacak çok şeyi olduğunu düşündüğü  bir kitabı ele geçiriyor. Bu da bir satranç kitabı. Şimdi bu kısımdan sonra, yolcu gemisine, deniz yolculuğuna geri dönelim. Hani milyoner ile satranç  şampiyonunun, satranç müsabakasına ve o maça müdahale eden Doktor B'ye . Ama tabi devamını öğrenmek için yapmanız gereken şey, bu küçük boyutlu - 83 sayfadan oluşan- romanı okumanız olacak.

    Yazıyı Stefan Zweig'ın şu sözüyle sonlandırmak istiyorum; yeryüzünde hiçbir şey hiçlik kadar insan ruhuna baskı kuramaz. Keyifli okumalar dilerim.

PALEOLİTİK ÇAĞ SANATI VE MODERN SANAT

Paleolitik Çağ’da Sanat Kavramı ve Modern Sanat Bağlantısı Paleolitik Çağ’da “sanat” diye başlamadan önce, Paleolitik Çağ’daki yaşam koşull...