28 Ocak 2018 Pazar

SATRANÇ

 


        Gece yarısı New York'tan Buenos Aires'e hareket edecek olan büyük bir yolcu gemisi düşünün ,içerisinde bir milyoner ve bir satranç şampiyonu var. Milyoner bu satranç şampiyonuna bir el oynamayı teklif ediyor ve şampiyon da kabul ediyor. Bunlar bir araya geliyorlar ve etrafta yolcu izleyenlerle beraber müsabaka  başlıyor fakat izleyenlerden bir tanesi kendisini tutamayıp sürekli oyuna müdahale etmeye başlıyor. Bu yolcu,  Doktor B adında Avustralyalı bir  göçmen ve biraz garip bir geçmişe sahip.  Tam da bu gizemli geçmişe bakıyoruz kitapta ve aslında onun, arkadaşlarıyla beraber bir işkenceye tabi tutulduğuna şahit oluyoruz fakat bu sıradan bir işkence değil, farklı bir işkence türü. Onları bir hapishaneye değil bir otel odasına kapatıyorlar ama sıradan bir otel odası da değil bomboş bir oda. Odanın özelliği de bu, içinde hiçbir şey olmaması ve onu adeta bu yokluğa, hiçliğe mahkum ediyorlar. Odadan sadece arada bir sorgulamalar için çıkabiliyor. Bunun dışında sürekli olarak odada kalıyor. Kitapta bu hiçlik şu şekilde tanımlanmış:



 " Her birimizi tam bir boşluğa , dış dünyaya sıkı sıkıya kapalı bir odaya hapsetmekle, eninde sonunda dilimizi çözecek olan baskı, dayak ve soğuk yoluyla dışarıdan değil, içeriden yaratılacaktı. Bana ayrılmış oda ilk bakışta hiç rahatsız etmedi beni. Bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir leğen, bir parmaklıklı pencere vardı odada ama kapı gece gündüz kilitliydi. Masada hiçbir gazete, kitap , kağıt, kalem durmasına izin yoktu. Pencere bir yangın duvarına bakıyordu. Bütün çevreme ve hatta kendi bedenime bile tümüyle hiçlik egemendi.   Elimden her nesneyi almışlardı. Zamanı bilmeyeyim diye saati, yazı yazamayayım diye kalemi, bileklerimi kesemeyeyim diye bıçağı, sigara gibi en ufak bir sakinleştirci bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine, tek bir soru cevaplamasına izin verilmeyen, gardiyandan başka bir insan yüzü görmedim.  Bir insan sesi duymadım. Göz ,kulak, bütün duyular sabahtan geceye, geceden sabaha kadar en ufak bir besin almıyordu. İnsan; kendi kendisiyle,  kendi bedeniyle ve  masa, yatak, pencere, leğen gibi dört beş dilsiz nesne ile çaresizlik içinde tek başına kalıyordu. Suskunluğum, siyah okyanustaki  cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu. Kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten, hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini anımsayan bir dalgıç gibi hatta. Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu. Her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan. Boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun, Boşlukta. Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu ama ne kadar soyut görünürse görünsünler düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar. Yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar. Onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan, sabahtan akşama kadar bir şeyler olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan, Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler , şakaları zonklayana kadar düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır, yalnız, yalnız. "








         Bu şekilde hiçliğe makhum edilmiş  bu ilginç karakterin başına çok ilginç bir olay geliyor. Böylesine hiçliğe mahkum edilmiş, hayatında tamamen bir boşluk yaratılmış bir insanın başına ne gelirse onu heyecanlandırır?  Şimdi kitaptan okumaya devam edebiliriz.



" Bir kitap, bir kitap! ve düşünce, kafamda bir şimşek gibi çaktı. Çal o kitabı! Belki de başarısını ve hücrende saklarsın, sonra da okursun, okursun, okursun, sonunda tekrar okuyabilirsin! Bu düşünce içime girer girmez bir zehir etkisi yaratmaya başlamıştı; ansızın kulaklarım uğuldamaya ve kalbim deli gibi atmaya başladı, ellerim buz kesmişti ve artık beni dinlemiyorlardı. Fakat ilk uyuşukluğun hemen ardından hafiften ve gizlice pardösü daha da yaklaştım , gözlerimi nöbetçiden hiç ayırmaksızın arkamda sakladığım ellerimle cebin içinden kitabı yukarıya, gittikçe, gittikçe yukarıya doğru itmeye başladım. Ve sonra bir tutma hareketi, hafif, dikkatli bir şekilde ve ansızın küçük, çok kalın olmayan kitabı elimde buldum. İşte o anda kendi yaptığımdan korkuya kapıldım. Ama artık geri dönemezdim. İyi de, kitabı nereye koyacaktım? Cildi arkamda, pantolonun altuna, kemerin pantolonu tuttuğu yere, oradan da yavaş yavaş kalçaya doğru ittim, böylece yürürken kitabı elimle ve askerce bir tutuşla pantolon dikişinin geçtiği yerde sabit tutabilecektim.    Şimdi sıra ilk provayı yapmaya gelmişti. Gardıroptan uzaklaştım, bir adım, iki adım, üç adım uzaklaştım. Oluyordu. Elimi kemere sıkıca bastırdığım takdirde, kitabı yürürken tutabiliyordum.
Sonra sıra sorguya geldi. Bu sorgu benim açımdan her zamankinden daha zahmetli oldu çünkü cevap verirken aslında bütün gücümü ifadem üzerine değil, fakat kitabı dikkati çekmeksizin sıkı tutabilmek üzerine yoğunlaştırmıştım. Neyse ki sorgu bu defa kısa sürdü ve kitabı odama salimen getirebildim - burada ayrıntılarla zamanınızı almak istemiyorum- , bir ara, koridorun ortasındayken, kitap tehlikeli bir biçimde pantolondan aşağıya kaydı ve ben de eğilip kitabı tekrar kuğaşın altına itebilmek için şiddetli bir öksürük nöbetine yakalanmış gibi yapmak zorunda kaldım. Fakat kitapla birlikte cehennemime geri döndüğüm an, ne andı! Sonunda yalnızdım ve artık asla yalnız olmayacaktım!

Şimdi herhalde hemen kitabı elime aldığımı, gözden geçirip okduğumu tahmin ediyorsunuzdur. Asla!  İlk yapmak istediğim, yanımda kitap olmasından kaynaklanan bir tür ön hazzı tatmaktı, çalınmış olan bu kitabın ne türden bir kitap olmasını en çok yeğleyeceğimi düşlememden doğan, asıl olayı yapay bir biçimde geciktiren, sinirlerimi olağanüstü tahrik hazzı yaşatmaktır. Kitap her şeyden önce çok küçük puntoyla basılmış olmalıydı, pek çok harf içermeliydi, çok ama çok fazla sayıda incecik sayfaları bulunmalıydı böyle olmalıydı ki, daha uzun zaman okuyabileyim. Ve sonra bir başka isteğim de, kitabın sığ değil ama tinsel açıdan beni zorlayacak bir eser olmasıydı kolay değil fakat insanın öğrenebileceği, ezbere öğrenebileceği bir eser belki şiir ve en iyisi de -ne cüretkar bir düş- Goethe veya Homeros. Fakat sonunda açgözlülüğümü, merakımı daha fazla engelleyemedim. Nöbetçi ansızın kapıyı açtığı takdirde beni yakalamasın diye yatağa uzandıktan sonra, titreyerek kuşağımın altından kitabı çektim.


İlk bakış, bir düş kırıklığıydı ve dahası acıyla yoğrulmuş bir öfkeydi. Onca büyük tehlikelerle ele geçirilmiş, onca yakıcı bir beklentiyle saklanmış olan bu kitap, satranç oyununa ait bir seçkiden, yüz elli şampiyonluk oyununu bir araya getiren bir seçkiden başka bir şey değildi. "




       Kitabın tam da bu noktasında durmak istiyorum. Ucu açık kalan noktaları birleştirmek artık size kalmış. Yapacak hiçbir şeyi olmayan bir adam, yapacak çok şeyi olduğunu düşündüğü  bir kitabı ele geçiriyor. Bu da bir satranç kitabı. Şimdi bu kısımdan sonra, yolcu gemisine, deniz yolculuğuna geri dönelim. Hani milyoner ile satranç  şampiyonunun, satranç müsabakasına ve o maça müdahale eden Doktor B'ye . Ama tabi devamını öğrenmek için yapmanız gereken şey, bu küçük boyutlu - 83 sayfadan oluşan- romanı okumanız olacak.

    Yazıyı Stefan Zweig'ın şu sözüyle sonlandırmak istiyorum; yeryüzünde hiçbir şey hiçlik kadar insan ruhuna baskı kuramaz. Keyifli okumalar dilerim.

2 yorum:

  1. Sometimes quiet is violant..
    Okumak istedigim bir kitap.Sizin de öneriniz üzerine okunacak kitaplar listemde ilk siraya tayin ettim onu.Iyi akşamlar.Hayatta kalın efenim..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler, her şey için.. Gerek top, gerekse diğerleri. İyi akşamlar..

      Sil

PALEOLİTİK ÇAĞ SANATI VE MODERN SANAT

Paleolitik Çağ’da Sanat Kavramı ve Modern Sanat Bağlantısı Paleolitik Çağ’da “sanat” diye başlamadan önce, Paleolitik Çağ’daki yaşam koşull...